10 Temmuz 2014 Perşembe

Kişiye göre adalet


Kişileri konuşmaktan oldum olası kaçmışımdır. Kişileri konuşmanın insanları zayıflaştırdığına, çirkinleştirdiğine ve kıskançlıkla harman olup geri dönüşü olmayan bir hastalığa sürüklediğine de çok kez şahit olmuşumdur.
Tek bir insanın dünya üzerinde kapladığı yer ne denli küçükken evren içinde kapladığı yerden söz etmek bile anlamsız kalır. Evet bu doğru, her insan kendi benliğiyle var olsa da topluluk hâlinde olduğumuz vakit daha çok anlam ifade ediyoruz. İnsanlar dev bir avizenin altında yanarak eriyen mumlar kadar kısa bir süreliğine misafir oluyor dünya üzerinde. Demek istemiyorum ki insan değersizdir. İnsan, yandığı süre kadar değil; ışığının kuvveti kadar aydınlatır ve çevresini aydınlatabildiği ölçüde değerlidir.

İnsanlar arasında dünyaya faydalı olmanın yalnızca iki çıkarımı olabilir. Ya hep ya hiç yasası burada da geçerlidir pek çok konuda olduğu gibi. Faydalı insan toplumu geliştirirken faydasız insan zarardan başka bir şey katmaz. İnsanlar aslında kendi hayatlarını kurtarmanın derdinde iken aslolan kâr-zarar döngüsüne katıldıklarının farkına varmayabilirler. Ancak zaten diğer insanlar öznesinde etkili olabildikleri ölçüde kendilerine de kazandırırlar, bunu yaparken hayatta olup olmamaları önemsizdir. Özellikle de sanatçılar – ki bana kalırsa toplumun hammaddesini oluştururlar – yapıtlarını genellikle bağlı bulundukları dönemde hak ettikleri düzeyde kabul ettirememişler ve bazen erken yaşta ölüp efsaneleşerek kanıtlamak zorunda kalmışlardır. Bu noktada olaya zaman boyutunda bakmak hem yanlış hem de gereksiz olur. Bu bağlamda faydalı olmayı sonsuzlaşmak olarak da nitelendirebiliriz.

Egoizm çağımızda öylesine kaçınılmaz bir hastalık olmuştur ki tüm insanlığı ikiye böler. Yarısı egoisttir insanların ve diğer yarısı da dünya üzerinde aslında var olmayan bir gücü kendi adına benimsemiş ve bunun altında olduğunu kabullenmiş kişiler. İki kısım da farkındadır adaletsiz sınıflandırmanın. Egoistler hem eleştirir hem de eleştirilirler ama herkesin dünya üzerinde eşit yer kapladığına bir türlü inanmazlar, dilleri böyle söylese bile kendilerini mutlaka bir adım önde görmek isterler fani yarışta. Bu nedenden ötürüdür ki çeşitleri ne olursa olsun bu kişilerden insan yaşamı konusunda sözü geçme yetkisine sahip olanları; belirledikleri veya kendilerine belletilen dogmalarla hareket edip –ki bu dogmaların kendilerini istedikleri yere taşıdığına veya taşıyacağına inanırlar- gözü dönmüş bir şekilde ölüm fermanı niteliğinde dahi kararlar alıp uygulayabilir. Burda asıl olan vicdan söz konusu olmalıdır ki hayati önemi olan kararlarda insaniyetin devreye girmesi ile kastedilen budur. Çünkü vicdanın olduğu yerde etik olmayan kararlar alınamaz. Her iki kişinin de bir noktada birleşebileceği ve uzlaşabileceği doğrular mevcut iken egoizm çukurundaki yetkili kişiler gizli özneleri düşünmeden attıkları imzalarla haksızlığa defalarca kez evet diyebilmektedirler. Bilerek veya bilmeyerek sergiledikleri fevri tutumların ne kadar sayıda insanın hayatını ne derecede etkileyeceğini görmezden gelmek bu kişilerin tek sığınakları olacaktır. Çünkü bu durumun başka bir şekilde izahı mümkün değildir.

Dünya üzerindeki her şey herkese eşit bir şekilde dağıtılmamış olabilir ama adil olduğuna inanmak tahammül sınırları içinde yegâne teselli olacaktır. Adaletsizliğin giderilmesi için kurulan onca kuruma rağmen sosyal yaşamdaki birçok olay bu kurumların kapsamına bile girmeden kapanıp üstü örtülmeye çalışılagelmiştir. Asıl merak edilen bunların faillerinin yaşamlarına nasıl hiçbir şey olmamış gibi devam ettirebildiği konusudur. Vicdanın inançla karıştırılmaması gerekir zira vicdan bize doğuştan bahşedilen akıl benzeri bir yetenektir. Vicdan ile din mukayesesinde dindar olup vicdansız olabilmek veya tam zıddı din ile hiçbir alakası olmadan vicdanlı davranabilmek pekâlâ mümkündür. İnsanları  dil, din, ırk, mezhep, milliyet, sosyal statü hatta dünya görüşü gibi birtakım sınıflandırmalara tabi tutarak henüz hiç tanımadan hakkında kesin yargılara ulaşmaya çalışmak en büyük hata olacaktır. Bunu en basit şekilde yeni tanıştığımız tek bir insana ön yargılı yaklaşmanın benliğimizde meydana getirdiği negatif etkinin bizim nasıl davranacağımızı yönlendirme gücünü gördüğümüzde anlayabiliriz. Kişiler düzeyinde bile bu kadar etkili iken toplumlara önyargıyla yaklaşmak başlı başına bir kayıptır. Aslında dünya dinamik olduğundan benliğinde kesin yargılar barındırmak topyekün yanlış olacaktır.

İnsanlar illa ki sınıflandırılacaksa herhangi bir kıstastan bağımsız olarak iyi ve kötü diye iki sınıf oluşturmak yerinde olacaktır. Ancak insan doğası gereği sürekli kötülük veya sürekli iyilik yapamaz. Bu yüzden her bir insan hep bu iki sınıfın arasında ancak birine daha yakındır. İnsan davranışlarının altında birtakım nedenler aramak bizi sonsuz bir uçuruma sürükleyebilir çünkü özellikle uç noktalarda seyreden davranışların belirgin bir sebebi görünse de gerçekte altında zincirleme olarak milyonlarca sebep yatar. Bu yüzden insanlar küçük davranışlarla toplumsal olarak ilgilenmeyi bırakıp kaale alınacak bir şeyler olmasını beklemişler ve toplumsal hayatla baş edebilmenin tek yolu olarak fark etmeden de olsa çareyi olayları normal ve anormal diye iki gruba ayırmakta bulmuşlardır. Bunun yanında bazı anormal nitelikteki olayları ısrarla normale çekmeye çalışan bir furya da menfaatte bulunduğu kişileri desteklemek için tetikte beklemektedir. Gel gelelim kötüyü destekleyen herkesin kötü, iyinin yanında yer alan herkesin de iyi olmadığı noktasında önyargının anlamsızlığı tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır.
Bireysel menfaat toplumda iyi karşılanmaz ancak tüm insanlığın ortak menfaati için en fazla önem verilmesi gereken unsur adalet olmalıdır. Evrensel ahlâk ilkelerinin olmadığı bir yerde adaletten söz edemeyiz ki bu durumda vicdan yoksunu güç barındıranların sözü geçecektir. Bu kişiler adaletsizliği adaletsizlikle eşitleyip buna adalet diyebilirler. Bu kişilere karşı adalet arayışının peşine düşme konusunda cesur davranmak yapılabilecek en iyi şeydir.

Günümüz dünyasında ülkeler hâlâ askeri birliklere ihtiyaç duyuyor olsa da gerçek savunmanın kalkınma ile, kalkınmanın da bilgi ve erdemle düzeyli bir biçimde toplumdaki eksiklikleri gidermek üzere gerçekleştirilecek eylemlerle yapılması gerektiği aşikârdır. Adalet evrenin ruhu ise bu ruhu daima canlı tutarak gelişime katkıda bulunmak herkesin görevi olmalıdır.

Ceren Türkay