Dijital dünya var olduğu günden bu yana kağıt kaleme daha az değer verir olduk. Seksenli yaşlardaki dedelerimizin, ninelerimizin de bilgisayar başına geçebilir hâle gelmesiyle bu konuda yaşanılan kuşak çatışması tamamen ortadan kalktı ve her yaştan insan birer dijital kişilik oluverdi. Yakında kare kare görünmeye başlayacağız diye korkuyorum. Şaka bir yana, ciddiyet öbür tarafa; özellikle ülkemizde gelenek denildiğinde vazgeçilmez değerler akla geliyorsa bu yeni dijital çağa çabuk adapte olmamız hayretle karşılanası.
Ülkemizde de fütürizm,
nam-ı değer gelecekçilik akımının temsilcilerinden olan Ufuk Tarhan’ın bir
söyleşisinde, henüz başlamadan önce erken gidip şahsen konuşma fırsatını
yakalayıp “ama kütüphaneler” diyorum, yok olmamalılar; dijital çağın benim
gözümde en ağır götürüsü olabileceğini düşündüğümden. O ise buna karşılık
olarak sobada kestane pişirmenin de güzel olduğundan ama artık tarihe
karıştığından bahsediyor. Kağıdın bu dünyadan yok olacağına inanmak garip bir
duygu. Ama söyleşiye girmemle çıkmam arasında uçurum oluyor. Çünkü hazırlanan
sunum günümüzden yaklaşık iki yüz yıl sonrasını öngörecek şekilde yapılmış ve
orada dinlediklerim neredeyse gezegen değiştirmekte olduğumuz izlenimini
uyandırsa da kağıt kaleme olan aşkımı dindirmeye yetmiyor.
Her ne kadar biz tablet
bilgisayarlarla büyümekte olan bir yaşındaki bebekler gibi basılı dergideki bir
resmi büyütmeye çalışma ihtiyacı duymuyor olsak da yaşantımız bu örnek durumdan
pek farklı değil. Ülke olarak alışkanlıklarımızdan kolay kolay vazgeçemiyoruz.
Herkes tarafından rağbet edilen bir şeyi benimseyip alışkanlık hâline
getirmekte de üstümüze yok. Bilgisayar hayatımızın en gerekli parçalarından
biri olabilir ancak onu hizmet ettiği amaçlar doğrultusunda fayda sağlayacak biçimde
kullanmayı öğrendiğimizde hayatın ne kadar gerçek ve yaşanılası olduğunu fark
edebiliriz. Çünkü zaten o uzun yıllardır hayatımızın yeteri kadar içinde ve öyle
kalmaya da devam edecek.
Kitap kokusu ve
dokusuyla iç içe büyüyen bir nesil olarak dijital kitaplara alışamadık. İnsan
en çok da bir kitapçıda kitapların içinde kaybolup hayattan soyutlanabildiğini
gördüğünde anlıyor bunu. Yalnızca görmekle yaşamak arasında dünyalar kadar fark
var. Dijital dünyada ise bazen sadece görebildiklerimizle yetinmek zorunda
kalıyoruz da yaşamayı es geçmiş oluyoruz. Nitekim henüz kitaplardan kopmamış
olmak, en azından bizim gibi “y nesli” olanlar için umut verici.
Y nesli şu anda
lise veya üniversite çağından başlayıp orta yaşlara yaklaşmakta olan kesim.
Dünyadaki insanlar kuşaklara ayrıldığında aradaki farklılığın en çok
hissedildiği nesil çünkü o. Bağımsız bir nesil. Değişime gelişim döneminde
tanıklık etmiş olma açısından kendimizi hem bizden öncesine hem de bizden
sonrasına ait hissetmemiz doğal. Örneğin ders çalışırken bile önümüzde hem
bilgisayar hem de yazılı materyal bulunduruyoruz. Televizyon izlerken sebepsiz
yere eski programlara özlem duyuyor, arkadaşlıklarımızı genel manada sosyal
ortam üzerinden yürütüyoruz. Ama her şeyi bir kenara bırakıp bütün bu dijital
ortamdan kopup uzak diyarlara gitme isteği çoğumuzun aklında bir ütopya olarak
kalacak belki ömür boyu. Buna karşılık bir sonraki nesil dünyaya ne kadar
hayalperest bakıyorsa biz de bir o kadar durağan ve kabullenmiş bir
vaziyetteyiz. Ancak aklımıza uymayan bir durum olduğunda ne konuda olursa olsun
tepkimizi gösteriyoruz. Çünkü doğuştan bir adalet duygusu empozesi mevcut
içimizde. İş odaklı olduğumuzdan çalışma saatlerimizin sınırlı olması bağlayıcı
bir durum olmaktan çıkıyor; bu bağlamda günümüz ve gecemizin pek belirgin
olduğu söylenemez. Ne yapacağımızın söylenmesinden hoşlanmıyor, belki de bu
yüzden kendi işini kurma hayali içinde yaşıyoruz. Aslına bakınca ciddi manada
problemli bir nesil değil aksine kuşak çatışmalarını görüp hatta bizzat içinde
bulunup bunları kontrol altında tutma kapasitesine sahibiz. Önceki nesille
birlikte 2000 kuşağının ebeveyn adayları olduğumuz düşünülürse dünyanın daha ılımlı
ve daima iyiye giden bir biçimde evrilmesini sağlamak için kayda değer bir
engel yok görünüyor.
Ceren Türkay