Küçük korkular yaşamadan hür olunmaz. Yanılgılarla dolu bir
hayatın içinden ne kurtarabiliyorsak odur gelecekte elimizden tutacak olan.
Kısa mutlulukların peşinden koşmaya değmeyecek olduğunu çok geç anlayacağız
belki. Durağan bir düzen ise pek ilgi çekici olmamasına rağmen imrendirici
olabilir. Bu düzenin içinde yaşanılanlar ise ancak hayatı çekilebilir kılan
kısa mutluluklardan ibarettir. Bunlar kişiyi kendi ekseni etrafında döndürür.
Ancak çevresinde nelerin döndüğünü anlamasına dahi müsaade etmez. Yetinmek
eylemi tam olarak burada devreye girer. Sadece kısa mutlulukların esareti
altında olmak kendi ekseni etrafında dönmekle yetinmeyi bir hayat gayesi hâline
getirir. Elbette burada zihinde soyut olarak açılan yaşam penceresinin çok dar
bir alanı görmesi temel sebeptir. Aksi hâlde yaşanılan dünya salt olarak
kişiden çok daha komplike iken kişinin bunu bildiği durumda kendisini bir
hapishanede hissetmemesi işten bile değil. Ama o dar pencereden bakan biri için
yaşadığı kısa mutluluklar yeter de artar bile. Çünkü yeni şeylere yer yoktur
hayatında. Yeni şeyler korkutucudur. Hiç bilmemek daha iyidir onları. Sınırı
aşanların yanlış yolda olduğunu düşünür; oysa kendisinin bir çıkmaz sokakta
olduğunun farkında değildir. Penceresi daha geniş bir alanı görenlerin mutsuzluklarına
şahit olmuştur belki. Es geçtiği ise onların mutsuzluklarından ve
sıkıntılarından güç alıp penceresinden baktığı manzara ile yetinmeyerek sürekli
yükselmekte olduğudur.
Unutulmaması gereken şey beynin insanların onu kullandığı kapasiteden kat kat daha üstün olduğudur. Böyle olmasa medeniyetin günümüzdeki şekline ulaşması bir hayalden öteye geçemezdi. Yeni şeyler öğrenme isteği ve merak olmasaydı insanoğlu bünyesinde barındırdığı güçten bihaber ölmek için yaşıyor olacaktı. Oysa şimdi yenilikler diğer varlıklardan üstün yaratılan insan beyninin bile takip edemeyeceği boyutlara ulaştı. Fakat onların da takibini yine insan beyniyle icat edilen bilgisayarlar yapıyor. Bu da bize gösteriyor ki aslında her şey aslında insan kontrolünde.
Dünyadaki zenginliklerden en değersizi para. Yaşamını devam
ettirmenin milyarlarca değişik şekli varken maddiyat üzerine kurulu bir düzenin
insan beynini kontrol edebiliyor olması da dünya üzerindeki en büyük şanssızlık
olarak nitelendirilebilir. İnsan, deyim yerindeyse gönüllü olarak esaret
altında olduğu paraya değerinden ayrı olarak anlam yüklemeden hükmedebildiği
zaman kendi bağımsızlığını ilân etmiş olur. Hükmetmekten kasıt mecburi düzenin
gerektirdiği biçimde para kazanmak için yaşamak değil; yaşamak için para
kazanmaktır. İhtiyaç sınırlarında insan zaten sebepsiz zenginleşmenin yarattığı
ekstra bir getirisi yoksa çalışmak zorundadır. Ama çalıştığından elde ettiği
gelir kendi büyüyüp yetiştiği ortam ve eğitim düzeyine; kısacası alışık olduğu
şartlardan daha azına veya fazlasına denk geliyorsa o insan yaşadığı toplumda
bir sorun kaynağı hâline gelir. Bu sorunu çözmek için yüzyıllar boyu insanlar
sınıflara ayrılarak yönetilmiş ve de bu nesnel sayılmıştır. Farklı yönetim
biçimleri denenmesine rağmen binlerce yıllık insanlık tarihinden bu yana hâlâ
kesin çözüme ulaştırılamamasının nedeni lider olarak halkın karşısına çıkan
kişilerin dahi yönetim mevkiinin büyüsüne kapılıp dünya sorunlarını görmezden
gelmesinden, kendi nesline ve destekçilerine odaklanmasından kaynaklanır. Bu
yüzden politikacıların vaatleri kuru gürültüden; gerçekleştirebildikleri ise
samimiyet ötesi menfaat içgüdüsünden başka bir şey değildir. Kendilerinin bile
farkında olmamış olacağı şekliyle dünya onların hayatlarından, nesillerinden ve
hatta halklarından ibaret değildir. Sırf bu düşünce yüzünden politika bazen
dünyanın en ahmakça zaman geçirgeci olan magazine bile benzemiştir. Toplumsal
baskı nedeniyle haklı olarak politikadan elini eteğini çekmek durumunda kalan
gerçek aydınlar, sanatçı kimlikleriyle kendi iç huzurlarından dünyaya
seslenmekle yetinmişlerdir. Tıpkı bunun gibi adalet arayışı içinde olan kimi
ülkeler de kendi ideal düzenlerini yaratmışlar ancak bunu yapmak için kendi
kabuklarına çekilerek dünyada olan bitene sırt çevirmek zorunda kalmışlardır. Buradan
da görülüyor ki toplumsal olarak bir gerçeği kabul etmek de dünyayı bir yere
taşımıyor.
Her şey içimizde başlayıp içimizde bitiyor. Ama bunu kabul
etmeden çoğunluk psikolojisiyle ve ‘dünyayı ben mi kurtaracağım’ felsefesiyle
dikenli tel hududundan uzak durarak kendi kısa mutluluklarımıza odaklanırsak kuma
yazılan yazı misali silinip gideceğiz. Umut dünyanın, dünya da insanın ta
kendisi.
Ceren Türkay