6 Eylül 2014 Cumartesi

Yaşamak için ölmek


Küçük korkular yaşamadan hür olunmaz. Yanılgılarla dolu bir hayatın içinden ne kurtarabiliyorsak odur gelecekte elimizden tutacak olan. Kısa mutlulukların peşinden koşmaya değmeyecek olduğunu çok geç anlayacağız belki. Durağan bir düzen ise pek ilgi çekici olmamasına rağmen imrendirici olabilir. Bu düzenin içinde yaşanılanlar ise ancak hayatı çekilebilir kılan kısa mutluluklardan ibarettir. Bunlar kişiyi kendi ekseni etrafında döndürür. Ancak çevresinde nelerin döndüğünü anlamasına dahi müsaade etmez. Yetinmek eylemi tam olarak burada devreye girer. Sadece kısa mutlulukların esareti altında olmak kendi ekseni etrafında dönmekle yetinmeyi bir hayat gayesi hâline getirir. Elbette burada zihinde soyut olarak açılan yaşam penceresinin çok dar bir alanı görmesi temel sebeptir. Aksi hâlde yaşanılan dünya salt olarak kişiden çok daha komplike iken kişinin bunu bildiği durumda kendisini bir hapishanede hissetmemesi işten bile değil. Ama o dar pencereden bakan biri için yaşadığı kısa mutluluklar yeter de artar bile. Çünkü yeni şeylere yer yoktur hayatında. Yeni şeyler korkutucudur. Hiç bilmemek daha iyidir onları. Sınırı aşanların yanlış yolda olduğunu düşünür; oysa kendisinin bir çıkmaz sokakta olduğunun farkında değildir. Penceresi daha geniş bir alanı görenlerin mutsuzluklarına şahit olmuştur belki. Es geçtiği ise onların mutsuzluklarından ve sıkıntılarından güç alıp penceresinden baktığı manzara ile yetinmeyerek sürekli yükselmekte olduğudur.

Unutulmaması gereken şey beynin insanların onu kullandığı kapasiteden kat kat daha üstün olduğudur. Böyle olmasa medeniyetin günümüzdeki şekline ulaşması bir hayalden öteye geçemezdi. Yeni şeyler öğrenme isteği ve merak olmasaydı insanoğlu bünyesinde barındırdığı güçten bihaber ölmek için yaşıyor olacaktı. Oysa şimdi yenilikler diğer varlıklardan üstün yaratılan insan beyninin bile takip edemeyeceği boyutlara ulaştı. Fakat onların da takibini yine insan beyniyle icat edilen bilgisayarlar yapıyor. Bu da bize gösteriyor ki aslında her şey aslında insan kontrolünde.

Dünyadaki zenginliklerden en değersizi para. Yaşamını devam ettirmenin milyarlarca değişik şekli varken maddiyat üzerine kurulu bir düzenin insan beynini kontrol edebiliyor olması da dünya üzerindeki en büyük şanssızlık olarak nitelendirilebilir. İnsan, deyim yerindeyse gönüllü olarak esaret altında olduğu paraya değerinden ayrı olarak anlam yüklemeden hükmedebildiği zaman kendi bağımsızlığını ilân etmiş olur. Hükmetmekten kasıt mecburi düzenin gerektirdiği biçimde para kazanmak için yaşamak değil; yaşamak için para kazanmaktır. İhtiyaç sınırlarında insan zaten sebepsiz zenginleşmenin yarattığı ekstra bir getirisi yoksa çalışmak zorundadır. Ama çalıştığından elde ettiği gelir kendi büyüyüp yetiştiği ortam ve eğitim düzeyine; kısacası alışık olduğu şartlardan daha azına veya fazlasına denk geliyorsa o insan yaşadığı toplumda bir sorun kaynağı hâline gelir. Bu sorunu çözmek için yüzyıllar boyu insanlar sınıflara ayrılarak yönetilmiş ve de bu nesnel sayılmıştır. Farklı yönetim biçimleri denenmesine rağmen binlerce yıllık insanlık tarihinden bu yana hâlâ kesin çözüme ulaştırılamamasının nedeni lider olarak halkın karşısına çıkan kişilerin dahi yönetim mevkiinin büyüsüne kapılıp dünya sorunlarını görmezden gelmesinden, kendi nesline ve destekçilerine odaklanmasından kaynaklanır. Bu yüzden politikacıların vaatleri kuru gürültüden; gerçekleştirebildikleri ise samimiyet ötesi menfaat içgüdüsünden başka bir şey değildir. Kendilerinin bile farkında olmamış olacağı şekliyle dünya onların hayatlarından, nesillerinden ve hatta halklarından ibaret değildir. Sırf bu düşünce yüzünden politika bazen dünyanın en ahmakça zaman geçirgeci olan magazine bile benzemiştir. Toplumsal baskı nedeniyle haklı olarak politikadan elini eteğini çekmek durumunda kalan gerçek aydınlar, sanatçı kimlikleriyle kendi iç huzurlarından dünyaya seslenmekle yetinmişlerdir. Tıpkı bunun gibi adalet arayışı içinde olan kimi ülkeler de kendi ideal düzenlerini yaratmışlar ancak bunu yapmak için kendi kabuklarına çekilerek dünyada olan bitene sırt çevirmek zorunda kalmışlardır. Buradan da görülüyor ki toplumsal olarak bir gerçeği kabul etmek de dünyayı bir yere taşımıyor.

Her şey içimizde başlayıp içimizde bitiyor. Ama bunu kabul etmeden çoğunluk psikolojisiyle ve ‘dünyayı ben mi kurtaracağım’ felsefesiyle dikenli tel hududundan uzak durarak kendi kısa mutluluklarımıza odaklanırsak kuma yazılan yazı misali silinip gideceğiz. Umut dünyanın, dünya da insanın ta kendisi. 

Ceren Türkay