23 Kasım 2014 Pazar

Edebiyatın Gücü


Yazmak için ilhama ihtiyaç yoktur. İlham sadece bir bahanedir. Bazen bir yere gitmek için bir arabaya ihtiyaç duyarsınız. Ama o olmadan gitmenin mümkün olduğunu insanlık tarihinde tekerleğin icadından önce yalnızca kendi uzuvlarını kullanarak da bir yerden bir yere ulaşabiliyor olduğundan bilirsiniz. İşte ilham da bir yazar için böyledir. Aslında yazarın tek ihtiyacı beyni ve içinden geçenleri aktarabildiği bir materyaldir.

Dünya üzerinde kalıcı olmanın pek çok yolu var. Bunlardan birçoğu da yeryüzündeki sanatın birer yansımasıdır. Bunun dışındakiler yine eşdeğer bir şekilde yaşama katkı sağlamak amaçlı olan icatlar ve şimdilerde, varlığı sınırlı olduğu hâlde insanoğlu egemenliğindeki hâli için sınırsız birikime ulaşabilmiş olan bilgidir. Bilgi, belki bu dünyadaki en değerli şey. Öğrenmenin yanı sıra fark etmeden de olsa bilinmeyeni açığa çıkarmak bir insanın erişebileceği en ulvi noktalardan birisidir. Bunu yapan kişiler olan bilim adamları, sayılarının kısıtlı olması ve günümüz kapitalist dünyasında insanların para ve politik güç yani daha fazla insana kısa yoldan erişebilme gücü gibi menfi niteliklere değer veriyor olmasından ötürü anlaşılamadan tabir-i caizse kendi kendilerine çabalayıp dünya üzerinden yok olagelmektedirler. Bilim adamlarının karşı karşıya geldiği güçlüklerden bir diğeri ise döneminde anlaşılamamak. Çünkü içlerinde bile ilgilendikleri konular sadece meraklı oldukları ve ulaşabildikleri maksimum veriye göre belirlendiğinden zaman zaman muhatap bulabilmek için dünya üzerinde yer ve zaman sınırı olmaksızın araştırmak zorunda kalabilmişlerdir. İnsanlık elindeki gerçek gücün farkında olmayıp öylesine yaşamaya devam ededursun, her türlü bilim dalına ayrılan katkı devletler içinde menfi masraflara ayrılan ödeneğin yanında devede kulak kalır. Mühendislik bilimi belki mevcut kaynakla sağlam ve kaliteli işler ortaya çıkarabilmek amacında olabilir. Ancak bu durum bunun gibi pek çok bilim dalına ayrılan katkının çok kısıtlı bir meblağ olmasını gerektirmez. Bilimin değerini düşürmeye çalışan politik gücün üstün geldiği bir dünyada yaşadıkça daha ileri gitmek imkânsızlaşacaktır. Bu düzene göre kurulu bir dünyada da insanın üretmekte olduğu iş veya ortaya çıkarmaya çalıştığı bilgi, politik gücü elinde bulunduranların menfaatinden ötürü her zaman bir yerde tıkalı kalmaya mahkûmdur.

Edebiyat da tıpkı bilim gibi kendi dünyasında çok değerli ancak kitlelerce kabul edilen niteliklere nazaran insanların bakış açısı nedeniyle daha geridedir. Yazan insana saygı duyulur ancak onun hak ettiği yere gelmesi sadece bireysel çabasıyla mümkün olabilmekte ve kendisine duyduğu güvenle maksimum düzeye ulaşabilmektedir. Yazarın pek çok sorumluluğunun yanında dikkat etmesi gereken en önemli unsur toplumlarca anlaşılabilmekten ziyade kendini en iyi anlatabildiği alanda öne çıkabilme yeteneğidir. Yazar sırf kabul görebilmek için az da olsa benliğinden ödün verdiği vakit sorumluluğunu yerine getirmiş sayılmaz. Toplumda farkındalık yaratmak için dikkat çekmek gerekiyorsa etrafına toplayabildiği kitleyi kendi menfaati için değil ulaşabildiği kadar insana ulaşıp toplumsal gücün doğrultusunu değiştirebilmek için yönlendirmelidir. Politikanın elinde barındırdığı güç de maksimum insana ulaşma çabasına tekabül eder. O hâlde insanlar edebiyat ile alabildikleri sosyal mesajlar aracılığıyla farkındalık kazanmalıdır. Dünyayı daha ileriye götürmek her zaman çoğunluğun ilgi ve saygısını kazanmakla mümkün olabilecektir.

Ceren Türkay

6 Eylül 2014 Cumartesi

Yaşamak için ölmek


Küçük korkular yaşamadan hür olunmaz. Yanılgılarla dolu bir hayatın içinden ne kurtarabiliyorsak odur gelecekte elimizden tutacak olan. Kısa mutlulukların peşinden koşmaya değmeyecek olduğunu çok geç anlayacağız belki. Durağan bir düzen ise pek ilgi çekici olmamasına rağmen imrendirici olabilir. Bu düzenin içinde yaşanılanlar ise ancak hayatı çekilebilir kılan kısa mutluluklardan ibarettir. Bunlar kişiyi kendi ekseni etrafında döndürür. Ancak çevresinde nelerin döndüğünü anlamasına dahi müsaade etmez. Yetinmek eylemi tam olarak burada devreye girer. Sadece kısa mutlulukların esareti altında olmak kendi ekseni etrafında dönmekle yetinmeyi bir hayat gayesi hâline getirir. Elbette burada zihinde soyut olarak açılan yaşam penceresinin çok dar bir alanı görmesi temel sebeptir. Aksi hâlde yaşanılan dünya salt olarak kişiden çok daha komplike iken kişinin bunu bildiği durumda kendisini bir hapishanede hissetmemesi işten bile değil. Ama o dar pencereden bakan biri için yaşadığı kısa mutluluklar yeter de artar bile. Çünkü yeni şeylere yer yoktur hayatında. Yeni şeyler korkutucudur. Hiç bilmemek daha iyidir onları. Sınırı aşanların yanlış yolda olduğunu düşünür; oysa kendisinin bir çıkmaz sokakta olduğunun farkında değildir. Penceresi daha geniş bir alanı görenlerin mutsuzluklarına şahit olmuştur belki. Es geçtiği ise onların mutsuzluklarından ve sıkıntılarından güç alıp penceresinden baktığı manzara ile yetinmeyerek sürekli yükselmekte olduğudur.

Unutulmaması gereken şey beynin insanların onu kullandığı kapasiteden kat kat daha üstün olduğudur. Böyle olmasa medeniyetin günümüzdeki şekline ulaşması bir hayalden öteye geçemezdi. Yeni şeyler öğrenme isteği ve merak olmasaydı insanoğlu bünyesinde barındırdığı güçten bihaber ölmek için yaşıyor olacaktı. Oysa şimdi yenilikler diğer varlıklardan üstün yaratılan insan beyninin bile takip edemeyeceği boyutlara ulaştı. Fakat onların da takibini yine insan beyniyle icat edilen bilgisayarlar yapıyor. Bu da bize gösteriyor ki aslında her şey aslında insan kontrolünde.

Dünyadaki zenginliklerden en değersizi para. Yaşamını devam ettirmenin milyarlarca değişik şekli varken maddiyat üzerine kurulu bir düzenin insan beynini kontrol edebiliyor olması da dünya üzerindeki en büyük şanssızlık olarak nitelendirilebilir. İnsan, deyim yerindeyse gönüllü olarak esaret altında olduğu paraya değerinden ayrı olarak anlam yüklemeden hükmedebildiği zaman kendi bağımsızlığını ilân etmiş olur. Hükmetmekten kasıt mecburi düzenin gerektirdiği biçimde para kazanmak için yaşamak değil; yaşamak için para kazanmaktır. İhtiyaç sınırlarında insan zaten sebepsiz zenginleşmenin yarattığı ekstra bir getirisi yoksa çalışmak zorundadır. Ama çalıştığından elde ettiği gelir kendi büyüyüp yetiştiği ortam ve eğitim düzeyine; kısacası alışık olduğu şartlardan daha azına veya fazlasına denk geliyorsa o insan yaşadığı toplumda bir sorun kaynağı hâline gelir. Bu sorunu çözmek için yüzyıllar boyu insanlar sınıflara ayrılarak yönetilmiş ve de bu nesnel sayılmıştır. Farklı yönetim biçimleri denenmesine rağmen binlerce yıllık insanlık tarihinden bu yana hâlâ kesin çözüme ulaştırılamamasının nedeni lider olarak halkın karşısına çıkan kişilerin dahi yönetim mevkiinin büyüsüne kapılıp dünya sorunlarını görmezden gelmesinden, kendi nesline ve destekçilerine odaklanmasından kaynaklanır. Bu yüzden politikacıların vaatleri kuru gürültüden; gerçekleştirebildikleri ise samimiyet ötesi menfaat içgüdüsünden başka bir şey değildir. Kendilerinin bile farkında olmamış olacağı şekliyle dünya onların hayatlarından, nesillerinden ve hatta halklarından ibaret değildir. Sırf bu düşünce yüzünden politika bazen dünyanın en ahmakça zaman geçirgeci olan magazine bile benzemiştir. Toplumsal baskı nedeniyle haklı olarak politikadan elini eteğini çekmek durumunda kalan gerçek aydınlar, sanatçı kimlikleriyle kendi iç huzurlarından dünyaya seslenmekle yetinmişlerdir. Tıpkı bunun gibi adalet arayışı içinde olan kimi ülkeler de kendi ideal düzenlerini yaratmışlar ancak bunu yapmak için kendi kabuklarına çekilerek dünyada olan bitene sırt çevirmek zorunda kalmışlardır. Buradan da görülüyor ki toplumsal olarak bir gerçeği kabul etmek de dünyayı bir yere taşımıyor.

Her şey içimizde başlayıp içimizde bitiyor. Ama bunu kabul etmeden çoğunluk psikolojisiyle ve ‘dünyayı ben mi kurtaracağım’ felsefesiyle dikenli tel hududundan uzak durarak kendi kısa mutluluklarımıza odaklanırsak kuma yazılan yazı misali silinip gideceğiz. Umut dünyanın, dünya da insanın ta kendisi. 

Ceren Türkay

5 Ağustos 2014 Salı

Siber yaşamlar


Dijital dünya var olduğu günden bu yana kağıt kaleme daha az değer verir olduk. Seksenli yaşlardaki dedelerimizin, ninelerimizin de bilgisayar başına geçebilir hâle gelmesiyle bu konuda yaşanılan kuşak çatışması tamamen ortadan kalktı ve her yaştan insan birer dijital kişilik oluverdi. Yakında kare kare görünmeye başlayacağız diye korkuyorum. Şaka bir yana, ciddiyet öbür tarafa; özellikle ülkemizde gelenek denildiğinde vazgeçilmez değerler akla geliyorsa bu yeni dijital çağa çabuk adapte olmamız hayretle karşılanası.

Ülkemizde de fütürizm, nam-ı değer gelecekçilik akımının temsilcilerinden olan Ufuk Tarhan’ın bir söyleşisinde, henüz başlamadan önce erken gidip şahsen konuşma fırsatını yakalayıp “ama kütüphaneler” diyorum, yok olmamalılar; dijital çağın benim gözümde en ağır götürüsü olabileceğini düşündüğümden. O ise buna karşılık olarak sobada kestane pişirmenin de güzel olduğundan ama artık tarihe karıştığından bahsediyor. Kağıdın bu dünyadan yok olacağına inanmak garip bir duygu. Ama söyleşiye girmemle çıkmam arasında uçurum oluyor. Çünkü hazırlanan sunum günümüzden yaklaşık iki yüz yıl sonrasını öngörecek şekilde yapılmış ve orada dinlediklerim neredeyse gezegen değiştirmekte olduğumuz izlenimini uyandırsa da kağıt kaleme olan aşkımı dindirmeye yetmiyor.

Her ne kadar biz tablet bilgisayarlarla büyümekte olan bir yaşındaki bebekler gibi basılı dergideki bir resmi büyütmeye çalışma ihtiyacı duymuyor olsak da yaşantımız bu örnek durumdan pek farklı değil. Ülke olarak alışkanlıklarımızdan kolay kolay vazgeçemiyoruz. Herkes tarafından rağbet edilen bir şeyi benimseyip alışkanlık hâline getirmekte de üstümüze yok. Bilgisayar hayatımızın en gerekli parçalarından biri olabilir ancak onu hizmet ettiği amaçlar doğrultusunda fayda sağlayacak biçimde kullanmayı öğrendiğimizde hayatın ne kadar gerçek ve yaşanılası olduğunu fark edebiliriz. Çünkü zaten o uzun yıllardır hayatımızın yeteri kadar içinde ve öyle kalmaya da devam edecek.

Kitap kokusu ve dokusuyla iç içe büyüyen bir nesil olarak dijital kitaplara alışamadık. İnsan en çok da bir kitapçıda kitapların içinde kaybolup hayattan soyutlanabildiğini gördüğünde anlıyor bunu. Yalnızca görmekle yaşamak arasında dünyalar kadar fark var. Dijital dünyada ise bazen sadece görebildiklerimizle yetinmek zorunda kalıyoruz da yaşamayı es geçmiş oluyoruz. Nitekim henüz kitaplardan kopmamış olmak, en azından bizim gibi “y nesli” olanlar için umut verici.

Y nesli şu anda lise veya üniversite çağından başlayıp orta yaşlara yaklaşmakta olan kesim. Dünyadaki insanlar kuşaklara ayrıldığında aradaki farklılığın en çok hissedildiği nesil çünkü o. Bağımsız bir nesil. Değişime gelişim döneminde tanıklık etmiş olma açısından kendimizi hem bizden öncesine hem de bizden sonrasına ait hissetmemiz doğal. Örneğin ders çalışırken bile önümüzde hem bilgisayar hem de yazılı materyal bulunduruyoruz. Televizyon izlerken sebepsiz yere eski programlara özlem duyuyor, arkadaşlıklarımızı genel manada sosyal ortam üzerinden yürütüyoruz. Ama her şeyi bir kenara bırakıp bütün bu dijital ortamdan kopup uzak diyarlara gitme isteği çoğumuzun aklında bir ütopya olarak kalacak belki ömür boyu. Buna karşılık bir sonraki nesil dünyaya ne kadar hayalperest bakıyorsa biz de bir o kadar durağan ve kabullenmiş bir vaziyetteyiz. Ancak aklımıza uymayan bir durum olduğunda ne konuda olursa olsun tepkimizi gösteriyoruz. Çünkü doğuştan bir adalet duygusu empozesi mevcut içimizde. İş odaklı olduğumuzdan çalışma saatlerimizin sınırlı olması bağlayıcı bir durum olmaktan çıkıyor; bu bağlamda günümüz ve gecemizin pek belirgin olduğu söylenemez. Ne yapacağımızın söylenmesinden hoşlanmıyor, belki de bu yüzden kendi işini kurma hayali içinde yaşıyoruz. Aslına bakınca ciddi manada problemli bir nesil değil aksine kuşak çatışmalarını görüp hatta bizzat içinde bulunup bunları kontrol altında tutma kapasitesine sahibiz. Önceki nesille birlikte 2000 kuşağının ebeveyn adayları olduğumuz düşünülürse dünyanın daha ılımlı ve daima iyiye giden bir biçimde evrilmesini sağlamak için kayda değer bir engel yok görünüyor.

Kısaca dijital dünyanın nimetlerinden en verimli şekilde yararlanıp onu doğru anlama ve anlatma konusunda en önemli görev belki de biz “Y kuşağı” na düşüyor. Altın kelimeler gençlik ve dinamizm ise bunu yapabilecek akıl ve gücün yetersiz olması işten bile değil.

Ceren Türkay

10 Temmuz 2014 Perşembe

Kişiye göre adalet


Kişileri konuşmaktan oldum olası kaçmışımdır. Kişileri konuşmanın insanları zayıflaştırdığına, çirkinleştirdiğine ve kıskançlıkla harman olup geri dönüşü olmayan bir hastalığa sürüklediğine de çok kez şahit olmuşumdur.
Tek bir insanın dünya üzerinde kapladığı yer ne denli küçükken evren içinde kapladığı yerden söz etmek bile anlamsız kalır. Evet bu doğru, her insan kendi benliğiyle var olsa da topluluk hâlinde olduğumuz vakit daha çok anlam ifade ediyoruz. İnsanlar dev bir avizenin altında yanarak eriyen mumlar kadar kısa bir süreliğine misafir oluyor dünya üzerinde. Demek istemiyorum ki insan değersizdir. İnsan, yandığı süre kadar değil; ışığının kuvveti kadar aydınlatır ve çevresini aydınlatabildiği ölçüde değerlidir.

İnsanlar arasında dünyaya faydalı olmanın yalnızca iki çıkarımı olabilir. Ya hep ya hiç yasası burada da geçerlidir pek çok konuda olduğu gibi. Faydalı insan toplumu geliştirirken faydasız insan zarardan başka bir şey katmaz. İnsanlar aslında kendi hayatlarını kurtarmanın derdinde iken aslolan kâr-zarar döngüsüne katıldıklarının farkına varmayabilirler. Ancak zaten diğer insanlar öznesinde etkili olabildikleri ölçüde kendilerine de kazandırırlar, bunu yaparken hayatta olup olmamaları önemsizdir. Özellikle de sanatçılar – ki bana kalırsa toplumun hammaddesini oluştururlar – yapıtlarını genellikle bağlı bulundukları dönemde hak ettikleri düzeyde kabul ettirememişler ve bazen erken yaşta ölüp efsaneleşerek kanıtlamak zorunda kalmışlardır. Bu noktada olaya zaman boyutunda bakmak hem yanlış hem de gereksiz olur. Bu bağlamda faydalı olmayı sonsuzlaşmak olarak da nitelendirebiliriz.

Egoizm çağımızda öylesine kaçınılmaz bir hastalık olmuştur ki tüm insanlığı ikiye böler. Yarısı egoisttir insanların ve diğer yarısı da dünya üzerinde aslında var olmayan bir gücü kendi adına benimsemiş ve bunun altında olduğunu kabullenmiş kişiler. İki kısım da farkındadır adaletsiz sınıflandırmanın. Egoistler hem eleştirir hem de eleştirilirler ama herkesin dünya üzerinde eşit yer kapladığına bir türlü inanmazlar, dilleri böyle söylese bile kendilerini mutlaka bir adım önde görmek isterler fani yarışta. Bu nedenden ötürüdür ki çeşitleri ne olursa olsun bu kişilerden insan yaşamı konusunda sözü geçme yetkisine sahip olanları; belirledikleri veya kendilerine belletilen dogmalarla hareket edip –ki bu dogmaların kendilerini istedikleri yere taşıdığına veya taşıyacağına inanırlar- gözü dönmüş bir şekilde ölüm fermanı niteliğinde dahi kararlar alıp uygulayabilir. Burda asıl olan vicdan söz konusu olmalıdır ki hayati önemi olan kararlarda insaniyetin devreye girmesi ile kastedilen budur. Çünkü vicdanın olduğu yerde etik olmayan kararlar alınamaz. Her iki kişinin de bir noktada birleşebileceği ve uzlaşabileceği doğrular mevcut iken egoizm çukurundaki yetkili kişiler gizli özneleri düşünmeden attıkları imzalarla haksızlığa defalarca kez evet diyebilmektedirler. Bilerek veya bilmeyerek sergiledikleri fevri tutumların ne kadar sayıda insanın hayatını ne derecede etkileyeceğini görmezden gelmek bu kişilerin tek sığınakları olacaktır. Çünkü bu durumun başka bir şekilde izahı mümkün değildir.

Dünya üzerindeki her şey herkese eşit bir şekilde dağıtılmamış olabilir ama adil olduğuna inanmak tahammül sınırları içinde yegâne teselli olacaktır. Adaletsizliğin giderilmesi için kurulan onca kuruma rağmen sosyal yaşamdaki birçok olay bu kurumların kapsamına bile girmeden kapanıp üstü örtülmeye çalışılagelmiştir. Asıl merak edilen bunların faillerinin yaşamlarına nasıl hiçbir şey olmamış gibi devam ettirebildiği konusudur. Vicdanın inançla karıştırılmaması gerekir zira vicdan bize doğuştan bahşedilen akıl benzeri bir yetenektir. Vicdan ile din mukayesesinde dindar olup vicdansız olabilmek veya tam zıddı din ile hiçbir alakası olmadan vicdanlı davranabilmek pekâlâ mümkündür. İnsanları  dil, din, ırk, mezhep, milliyet, sosyal statü hatta dünya görüşü gibi birtakım sınıflandırmalara tabi tutarak henüz hiç tanımadan hakkında kesin yargılara ulaşmaya çalışmak en büyük hata olacaktır. Bunu en basit şekilde yeni tanıştığımız tek bir insana ön yargılı yaklaşmanın benliğimizde meydana getirdiği negatif etkinin bizim nasıl davranacağımızı yönlendirme gücünü gördüğümüzde anlayabiliriz. Kişiler düzeyinde bile bu kadar etkili iken toplumlara önyargıyla yaklaşmak başlı başına bir kayıptır. Aslında dünya dinamik olduğundan benliğinde kesin yargılar barındırmak topyekün yanlış olacaktır.

İnsanlar illa ki sınıflandırılacaksa herhangi bir kıstastan bağımsız olarak iyi ve kötü diye iki sınıf oluşturmak yerinde olacaktır. Ancak insan doğası gereği sürekli kötülük veya sürekli iyilik yapamaz. Bu yüzden her bir insan hep bu iki sınıfın arasında ancak birine daha yakındır. İnsan davranışlarının altında birtakım nedenler aramak bizi sonsuz bir uçuruma sürükleyebilir çünkü özellikle uç noktalarda seyreden davranışların belirgin bir sebebi görünse de gerçekte altında zincirleme olarak milyonlarca sebep yatar. Bu yüzden insanlar küçük davranışlarla toplumsal olarak ilgilenmeyi bırakıp kaale alınacak bir şeyler olmasını beklemişler ve toplumsal hayatla baş edebilmenin tek yolu olarak fark etmeden de olsa çareyi olayları normal ve anormal diye iki gruba ayırmakta bulmuşlardır. Bunun yanında bazı anormal nitelikteki olayları ısrarla normale çekmeye çalışan bir furya da menfaatte bulunduğu kişileri desteklemek için tetikte beklemektedir. Gel gelelim kötüyü destekleyen herkesin kötü, iyinin yanında yer alan herkesin de iyi olmadığı noktasında önyargının anlamsızlığı tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır.
Bireysel menfaat toplumda iyi karşılanmaz ancak tüm insanlığın ortak menfaati için en fazla önem verilmesi gereken unsur adalet olmalıdır. Evrensel ahlâk ilkelerinin olmadığı bir yerde adaletten söz edemeyiz ki bu durumda vicdan yoksunu güç barındıranların sözü geçecektir. Bu kişiler adaletsizliği adaletsizlikle eşitleyip buna adalet diyebilirler. Bu kişilere karşı adalet arayışının peşine düşme konusunda cesur davranmak yapılabilecek en iyi şeydir.

Günümüz dünyasında ülkeler hâlâ askeri birliklere ihtiyaç duyuyor olsa da gerçek savunmanın kalkınma ile, kalkınmanın da bilgi ve erdemle düzeyli bir biçimde toplumdaki eksiklikleri gidermek üzere gerçekleştirilecek eylemlerle yapılması gerektiği aşikârdır. Adalet evrenin ruhu ise bu ruhu daima canlı tutarak gelişime katkıda bulunmak herkesin görevi olmalıdır.

Ceren Türkay

13 Haziran 2014 Cuma

Kurt Cobain’in Burroughs’a mektubu


2 Ağustos1993

Bay William Burroughs

Sevgili William,
Hiç tanışmadığım ancak şarkı yazdığım birine yazmak biraz garip. Bu kaydı yaparken gerçekten çok keyif aldım- arka kapakta sizi resmetmek büyük bir onu olacak. Sana grubumuzun (Nirvana) yeni albümü In Utero’nun ilk videosunda yer alma olasılığını düşünerek yazıyorum.
Gold Mountain Entertainment’tan (bağlı olduğum şirket) Michael Meisel’in James Grauerholz ile konuştuğunu biliyorum, ancak sizin videoda yer almanızı istediğimi bizzat söylemek istedim.
En önemlisi, şunu bilmenizi istiyorum; bu istek sizi hiçbir şekilde sömürmek için değil. Fark ettim ki basında benim uyuşturucu kullanmamla ilgili çıkan hikâyeler, size bu isteğin yaşamlarımızdaki paralellikten kaynaklanan bir arzu olduğunu düşündürebilir. Bu konuda size söz veriyorum. İşlerinizin bir hayranı ve öğrenciniz olarak, sizinle birebir çalışmayı çok isterim. Bu kapsamda, eğer yüzünüzün aynen kullanılmasını istemezseniz (böylece bahsettiğim gazetecilerin bizi yiyip bitirmelerini önlemiş olursunuz) yönetmenimle konuşup makyaj teknikleriyle kimliğinizi gizleyebiliriz. Elbette, William Burroughs’un kendisi olarak videomda görünmesinden gurur duyarım, ancak bu durumda sizinle çalışma fırsatından çok, bunu halka gösteriyorum gibi olmaktan endişe duyuyorum. (siz nasıl isterseniz öyle olsun)

Son olarak, bunun olmasını ne kadar çok istediğimi tekrarlayayım. Michael ve James’in bu konuyu görüşmesine seviniyorum. Sizinle de müsait olduğunuzda görüşmeye hazırım.

İlginiz için çok teşekkürler.

İyi dileklerimle,

 Kurt Cobain

Çeviri:Selim Bektaş

**************

Ağustos 1993’te Kurt Cobain, Williamm Burroughs’a Nirvana’nın “In Utero” albümünün ilk video klibinde yer alması için bir mektup yazdı. Kurt Cobain daha önce Burroughs’la iletişim kurmuştu ancak ikili hiç tanışmamıştı. Cobain, daha önce “The Priest Thet Called Him” adlı çalışmada Burroughs’un sözlü anlatısının üzerine müzik yapmıştı.

Gazeteci: William Burroughs’la birlikte kayıt yapmak nasıldı?

Cobain: Uzun mesafeden kayıt yaptık. (Gülüyor) Gerçekten tanışmadık bile.

Gazeteci: Müziğinize ilgili duydu mu?

Cobain: Hayır, birbirimize daha önce yazmıştık ve sonraki gün telefonda konuşacaktık ama ben çok uykuluydum-beni uyandırmadılar. Yani müziğime ilgili duyup duymadığını bilmiyorum. Belki şarkı sözlerime bakıp ondan esinlendiğimi falan düşünebilir. Umarım yazdıklarım hoşuna gider. Ama tamamen farklı bir nesilden rock’n’roll sevmesini bekleyemem elbette- Burroughs’un rock’n’roll sever olarak anıldığını da sanmıyorum. Ancak onun kitaplarından ve röportajlarından çok şey öğrendim ve bunun için ona minnettarım. Bir keresinde “Bu yeni rock’n’roll çocukları gitarlarını fırlatıyorlar ve ruhu olan şeyler dinletiyorlar, Leadbelly gibi” demişti. Leadbelly’yi hiç duymamıştım o zamana kadar, sonrasında benim tüm zamanlar için favorim olmuştu.

Burroughs, Cobain’in idollerinden biriydi ve Nirvana’nın ünlü şarkısı “Heart-Shaped Box”ın video klibinde “kargalar tarafından gagalanan çarmıha gerilmiş bir adamı” canlandırması için ona yazıldı. Cobain aynı zamanda kargaların reenkarne olmuş touuret sendromlu adamlar olduğunu da açıkladı.
Burroughs, Cobain ile videoda görünme teklifini reddetti, ancak sonrasında U2’nun videosunda yer aldı.

NOT: Burroughs ve Cobain ikilisi Ekim 1993’te buluştular.

Cobain altı ay sonra, yani Nisan 1994’te intihar etti.

Kaynak: Peyniraltı Edebiyatı

2 Haziran 2014 Pazartesi

Üçüncü çoğul şahıs (Third person plural)


Sözcüklerin bile bizi terk ettiği puslu gecelerde sadece isyan etmek her defasında elimizden gelen. Geçmişin bir daha hiç yaşanmayacak olması kendimizden uzaklaşmak için bir sebep belki de. Her insanın iç dünyası karmakarışıktır. Ama dışa yansıttığı herkes gibi olma çabası onu diğer insanlarla aynı yapar.
Hayatını bir felsefeye dayandırmadan yaşayan herkes kaybeder biraz biraz. Kimileri de sırf kaybetmek uğruna yarışır birbiriyle; inanmak başarmanın yarısı iken kaybetmekle galip gelmek rolleri değiştirdiği vakit inançsızlık ile imtihan gerçekleşir. Hayatta hep kolaya kaçanlar tercih eder bu yolu; sorgulatıcı cümleler duymaktan hoşlanmaz, at gözlüğüyle yalnızca önlerine bakmak isterler. Geleceğe dair en ufak bir serzeniş yoktur umursamazlığın boşalttığı zihinlerinde. “Kim” lerden arınıp “ne” lere odaklanmaktan küf tutmaya meyillidir yaşantıları. Günlerin gelip geçmesi hiçbir anlam ifade etmez onlar için. Sorsan hepsi telâş içindedir; fakat sorsan hepsi farkındalardır neyin ne olduğunun. Nesnelerin büyülü ormanında kaybolan masum kişiliklerini ararlar sorsan. En ufak bir çetrefile tahammül edemez; birkaç kelâm zıtlıkta sırt çevirirler olan bitene. Tutundukları dal onları bilinç ekseninden uzaklaştırmış, düşünmenin âdeta yasak sayıldığı başka bir boyutta yaşar vaziyete getirmiştir. Geçiciliğin sonsuz rahatlatıcılığına o kadar kaptırmışlardır ki kendilerini, karşılarına çıkan dolambaçlı yollardan kaçıp büyük bir adamken küçük bir çocuğa dönüşüverirler en sonunda. Genç olmak dinç olmak demektir ama gençliği bir tutam heves uğruna çarçur ettiklerini sezdikleri o an her şey için çok geç olacaktır.

Çevresindeki kuru gürültüden aynadaki yansımasına sığınabilenler kaybetmenin çukuruna düşmeden ayakta kalabilirler. Bu da öncelikle kaybetmenin meziyet olmadığını kendi benlik hesaplaşmasında kabullenmek ve kaybetmeyi huy edinmişlerin yaptıkları çağrılara kulak asmadan soru işaretlerinin de bulunduğu başka bir dünyaya adım atmakla mümkün olur.

Ceren Türkay

29 Mayıs 2014 Perşembe

Bugünün tarihi ( Today's date )



Alışmadığımız bir şarkıda saklı düşlerin özü. Sokaklarını bilmediğimiz bir şehirde veya sesini hiç duymadığımız bir insanda gizli. En zoru da sürekli yenilenmeyecek başlangıçlar. Hayata 1 – 0 yenik başlamak gibi duygusuz ve hunharca söylenen sözler, yüze çarpılan bir tokattan daha şiddetli başlangıçlar ve bitişler. Hayatı anlamlandırmaya çalışırken büsbütün sürüklenip gidiyoruz. Bir ağacın çiçeğinden, bir kelebeğin renginden medet umduğumuz nice günler daha geçip giderken kendi sessizliğinin esiri olmakta tüm doğa. Ayaklarımızın altında ezip geçtiğimiz sahip olduğumuz yegâne değerler, imkânsızlıklar fırtınasından seçilen birkaç hayalin içinde yok olup gidecek. Farkında olmadığımız kadar doğru iken farkında olduğumuzdan da çok yanlış oluyoruz kimi zaman. Düşünerek çıktığımız her duraksız yolculuk bizi düşünmeden yaşayanların kral olduğu bataklık ülkelerine ulaştırıyor. Sebeplerini bilmediğimiz sonuçları yaşıyor ve olasılıksız olan her şeye arzu duymaktan vazgeçmiyoruz. Kimi zaman varlığımızdan çok uzaklarda olmak için çabalıyor, çabalıyorsak da başaramıyor ve daha çok saplanıyoruz. Kibir tozuna bulanmış her bünye sonu gelmeyecek bir girdap içinde olduğunu bilmiyor, bilmemekle de yetinmeyip bulunduğu durumu kendince olağanüstü sayıyor. Yitirilen ise her defasında insanlıktan bir parça; çığ gibi büyüyen nefretler dünyasında eksilen hep insanlık oluyor. Hesapsız kitapsız bilip bilmeden yaşayan vurdumduymaz insanlardan geriye hiçbir şey kalmayacak. Kalıcı olan tek şey ulaşılamayan yarınlardaki hayaller değil içinde bulunduğumuz bugünde geleceğe dair söylenecek söz kırıntıları. Hangi şartta olursa olsun dün ve yarın ikinci planda kalmaya devam edecek. Biz, bugüne sığdırdıklarımızla var oluyoruz ve hayat defterimizde karşımızda olan yalnızca bugünün tarihi oluyor.

Ortak tasalarımız, ortak sorumluluklarımız olsa da asıl dertlerimiz bambaşka birbirinden. Bu yüzden eğer gerçekten bir şeyler yapmak istiyorsak bugüne ve dünyaya bakış açımızı sürekli değiştirmeli, dinamizm ile oluşturduğumuz yaşam stillerimizle her biri birbirinden eşsiz yaşamlar çıkarmalıyız ortaya. Dünün harmanında oluşan bugünü hakkını vererek yaşamalı, bunu yaparken de yarına örnek olmalıyız daima.


Ceren Türkay